evet dostlar bugün bu yazıları yazarken sizlere ne ders verme niyetindeyim ne de nasihat. bugün içimizden geçen hislere bir nebze kulak verip onları yazıya dökmeye çalışıcaz sizlerle beraber. bizlere ilkokul ve lise de öğretilen, yazının başlığının iyi seçilmesi gerektiği çünkü başlığın tüm yazıyı özetleyen adeta bir iki kelimelik bir özlü söz olduğudur. peki bir yazar, yazısına başlamadan mı başlık koyar yoksa en son mu? ikiside olabilir diye geliyor insanın aklına. başlık nedir bilir misin e dostlar? başlık sadece bir reklam yani pazarlamadır. insanoğlu artık kendini o kadar iyi tanıyor ki kendi kendini kandırabiliyor düşününebiliyor musun? yani önce insanı ilk 5 saniyede etkileyen şeylerin olduğunu farkediyor sonra etkilenirken insanlar ilk önce istemli ya da istemsiz olarak neye dikkat ediyor onu araştırıyor. sonra da elindeki ürünü en etkili biçimde piyasaya sunmaya çalışıyor. neyse konumuza dönelim. biz bugün burada başlıktan yola çıkarak bişeyler yazmaya çalışacağız sizlerle hanımefendiler/beyefendiler.
hiç kaybetmediğim bir hayat demek, hiç kazanmadığım da bir hayat demektir. kaybetmekten delice korkmaya başlar, sonra risk almaktan kaçar, sonrada elimizdeki hayatı tek seçeneğimiz sanmaya başlarız. bizi yıkığ geçen kaybetmek değil kazanmaktan vazgeçmek olur.
kaybetmeyi bilmeyenler, yenilgi tatmayanlar kazanmanın getirdiklerini bilemez hiçbir şey yapmadan, risk almadan yaşayarak "ben kaybetmedim..." diyenler asıl kaybedenler olur. oysa kazanmak da kaybetmek de geçici...
bugün yenilebilir, istediğimi elde edemeyebilirim. hatta bu yüzden ağır yaralar da almış olabilirim. o zaman köşeme çekilmem, gerekirse dibe inmem gerekir. yaralarımı sarmak, hatalarımı anlamak ve yeniden daha güçlü başlayıncaya kadar biraz dinlenmek için...
kaybetmekteb korkma... kaybetmek de kazanmak kadar geçici... o yüzden kazandıklarına da fazla takılma... bugün kazanmanın coşkusunu yaşarken birgün kaybedeceğinin de farkında ol. kaybederken de kazanacağının. ve bu düzen hiç değişmedi... bak... kendi hayatına, çevrene, uluslara, dünyaya... bazen kazanır, bazen kaybeder, yaşar gideriz.
ne bugün kazananlar ebediyete kadar kalacaklar, ne de kaybedenler. her şey gelip geçici. yeter ki yüreğinde kaybetme, yeter ki zihninde kabullenme sürekli kaybedeb olacağını.
geçmişte ruhunda açılan yaraların bıraktığı izlerle gurur duy. çünkü bu izler, yaşadığını, denediğini ve her şeye rağmen denemeye devam ettiğini gösterir.
yarası olmaan bir ruh, yaşamamış bir ruhtur dostlarım. sadece otobanda araba kullananlar, sadece asfalt yolları bilir...
her birimizin ayrı geçmişi, çocukluğu, travmaları oldu. aileye, coğrafyaya göre farklı farklı gerçeklikler yaşadık. hepimizin başlangıçta, oyuna girdiğimiz yerler ve sahneler farklıydı. izler kaldı, izler silindi. yaşamayı öğrenmeye çalışmak gafletine düşerken, oradan oraya savrulurken, savaşırken en önemli olanı farkettim. yunus emre misali bir ben vardı benden içeri ve gel gör ki dışarıya göstermeye çalıştığım bambaşka bir ben vardı. ne içimdeki ben ne de onun ardındaki bir ben. odama giren ben başka biriydi, sokağa çıkan başka. şizofrenik bir durum değildi ancak dışarı çıktığımda saklanıyordumç tepkilerim, davranışlarım karşıma çıkan insanlara göre şekilleniyordu. o kadar çok korkuyordum ki beğenilmemekten, ilgiyi çekememekten. karşıma çıkan her insana , başıma gelen her duruma göre şekillenip duruyordum. yalnız kaldığımda ise kendime kızıyor, kendimi acımasızca yargılıyordum. insanı bundan daha çok yoran bir şey yoktu. sürekli kendimi izliyordumç insanlara nasıl davranacağımı, sevdiğime sevdiğimi nasıl göstereceğimi tasarlıyordum, düşünüyordum. karşılarına geçtiğimde ise bir şeyler tutuyordu beni. anneme, babama bile onları ne kadar çok sevdiğimi söyleyemiyordum. idarecilerin karşısına geçtiğimde ise bir şekilde söylemek istediklerim boğazımda takılıyor, yutkunuyor, bir korkağa dönüşüyordum. filmlerdeki kahramanlar gibi olmayı umuyor, kitaplarda öğrendiklerimi hayata geçirmeye çalışıyor, her defasında çuvallıyordum. geceleri odamda hayaller kuruyor, okuduğum kitaplarla güvenimi tazeliyordum. sınra hepsi uçuğ gidiyordu güneş doğduğunda.
bir akşam national geograpic'te bukelamun belgeselini izledim. işte o bendim. girdiği her ortamda, ortama uyum sağlamak için şekil ve renk değiştiren. ben de arladaşlarımın arasında, öğretmenlerimin karşısında, sevgilimin yanında ve yalnızlığımda başka bir "ben"dim...
eğer yaşamı kitaplarda, öğretilerde, filmlerde bulmaya çalışıyorsan gerçekten yaşamıyorsun demektir. sana hiç kimse senin yaşamını veremez. yaşamak vermeyi deneyimlemektir, neyi alacağını, alabileceğini değil. yaşam verilir alınamaz. en fazla neyi verebilirim diye bak en fazla neyi alabilirim diye değil. yaşamın kendisini güvenlikte yaşamaya feda ettik. risk almadan, denemeden, yanılmadan yaşamak mı olur?
başkalarının düşüncelerini o kadar önemsiyordum ki...ben hep parlak çocuk olmalıydım. okulda, aile çevresinde, mahallede. herkes beni seviyor, hakkımda iyi şeyler söylüyordu. çünkü tam da onların istediği gibi bir ben vardı karşılarında. ama benim "ben"im yoktu, yaşamıyordu. önüme çizilen yolda ilerlemeye çalışıyordum arkadaşlarım.
yavaş yavaş anladım ki dostlar, bu iyi çocuk olma, karşısındakinin onayını alma ve girdiğim ortamlarda öne çıkma isteğim hep ilgi açlığımın yansımalarıydı. aslında beni sevin beni beğenin bana ilgi gösterin diye haykırıyordum. sanıyorum ki dışarıdaki yaşamın isteklerini karşıladğımda, insanların suyuna gittiğimde beni sevecekler, bana değer verecekler... restoranda garsondan bir şey isterken bile sevimli çocuktum.
bukelemun belgeseliyle yanan ampul, yıllarca felsefenin, psikolojinin içindeki arayışımda topladıklarımı gün ışığı gibi aydınlattı. bir şeyi daha anladım sihirli formül yoktu. garanti yoktu. bir anda bir şeyler oturmaya başlıyordu. her şey bir süreçti. bir kitap okuyarak, bir film izliyerek bir şey değişmiyordu. birikenleri, arayışını patlatıyordu. her izlediği filmden, okuduğu kitaptan bir şeyleri hayata geçirmeye çalışan ben bundan vazgeçtim. anladım ki, yaşamımdaki her şey, her insan, her olay bana bir şey katıyordu dostcanlarım.
kendin olarak yaşamanın ne demek olduğunu yavaş yavaş anladım. ilişkilerimde bile olduğum gibi değildim. yanımdaki insanın istediği gibi oluyordum. yavaş yavaş kendimi ortaya koyduğumda önümdeki dağ gibi sorular, engeller çorap söküğü gibi çözülmeye başladı. önümdeki en büyük engel, düşman dışarıda değil, benim içimdeydi. kendi kendime yorumlarla, yargılarla, senaryolarla önümü kesiyordum. iki gözümün gördüğü dünyayı gerçek dünya sanıyordum. önce ailem, çevrem, sonra okul, toplu herkes ve her şey beni kendine yoğurmuştu. bugün senin de günlük yaşamını belirleyen kalıplar, şablonlar böyle oluştu. buraya kadar bu satırları okuyan on kişiye sorsan her biri başka bir şey anlamış olacak. gerçek bir tane, ama ona bakan göz kadar gerçeklik var. bugün yaşadığımız yaşamın en fazla yüzde 5'i yaşamın bize getirdikleri, yüzde 95'i ise bizim verdiğimiz yanıt, bizim nasıl karşıladığımız. o yüzden aynı çevrede, aynı koşullarda büyüdüğümüz halde bile aynı sonuçları almıyoruz dostlarım.
evet can dostlarım, candan dostlarım. sizlerle bu nezih sohbetlerimizin tadını hiçbir şeyden alamıyorum. o kadar iyi dinliyorsunuz ki. saçmalasam bile dur demiyorsunuz sizin gibi dostlar zor bulunur bu dünyada. yazdıklarım tam olarak ne ifade ediyor bilemiycem çünkü bunları kendim için değil sizler için yazıyorum ve önemli olanda sizin bu yazıdan ne anladığınızdır. uzun ve sıkıcı bir sohbet oldu, çaylar soğudu farkındayım ama hangi birimizin yarını belli ki? vakit varken keşke dememek için içinden geleni yapmalısın. sıktıysam ve vaktinizi çaldıysam affınıza sığınır helallik isterim, selametle iyi niyetle kalın...
NOT: bu yazıların hiç biri ne bir kişiye, ne bir gruba ne de bir topluluğa hitaben ya da gönderme değildir yanlış anlaşıldıysam özür dilerim
8 Temmuz 2013 Pazartesi
6 Temmuz 2013 Cumartesi
çayları yudumlarken
iç dostum iç soğutma çayını, bakma bana boşboğazımdır kafa ütülerim başka da bir işe yaramam. Evet ne diyordum, heh hatırladım koca bi çınar olmaya aday ağaç devrildi be. kolay mı 38 ay 3 gün baktım ben ona. ayrıntı isteyeceksin ama en özelimdi o benim kusura bakma söyliyebilceğim en fazla bu kadar. fakat ondan sonra neyi fakettim biliyomusun? şarkıları dostum şarkıları. hiç o kadar anlamlı gelmemişlerdi bana sanki sadece müzikal aletlerden oluşan, kulağa güzel gelen bişeydi sadece. ama hiçte öyle değilmiş. öyle derin ve öyle ağır anlamlar taşıyorlarki...o günün akşamıydı sanırım, ipod'umu açtım rastgele şarkı dinliyorum, binlerce şarkı içerisinden ne tesadüf hep o anki duygularıma eş parçalar çıktı. o anda gözyaşını izlemekten, buğulanan gözlerini silmekten başka ne yapabilirsinki...sonra bir cafe'ye gittim bi arkadaşla. hoş sohbet ediyorduk arkada da yine müzik ve yine anlamlı şarkılar. sonra anladımki insan, en iyi teselli cümlelerini buluyor şarkılarda ve anladım ki şarkı denen şey eğlenceden, ünlü olmaktan ve müzikten ibaret değilmiş. sanatmış hemde ne sanat. insan başına gelmeden neden anlayamıyor ki bütün bunları? illa yaşamak mı lazım, empati kuramaz mıyızve bu kurduğumuz empati bize bunları anlatamaz mı? bütün şairler mutsuz olmak zorunda mı, sevdiğinden ayrı kalmak zorunda mı? neden kavuştuktan sonra da yazamasınki sonuçta o acıyı çeken insanlar var onların dertlerine ortak olamaz mı? nasıl bir düzendir ki bu, bu kadar karmaşık bi dünya hala yaşamaya devam ediyor. acı çeken onca insan varken birsürüde mutlu insan olması? peki herkes neden mutlu değil? bunun cevabı doğada var sanırım. hani fransız ihtilalinden sonra dünyanın problemi haline gelen eşitlik varya? o yok işte. yani yok derken öyle birşey olması saçma. imkansız değildir hiçbir zaman ama uygulanıldığı takdirde doğanın düzeni bozulur. söylediklerim seni sinirlendiriyor farkındayım ama dur kesme lafımı önyargılı yaklaşma bi dinle ondan sonra düşün karar ver haklı olup olmadığıma dair. neden saçma diyorum biliyomusun can yoldaşım? doğanın kendine ait bir düzeni var. hiç birşey birbirine eşit değil fakat herşey bir denge içindedir. şimdi yine çok önyargılı olunan bir konuya değinicem dikkatli ol. kadın - erkek eşitliği. böyle bişey olmaz kardeşim farklılıklar içinde var olan 2 cinsiyet nasıl eşit olabilir ki? ha yine zorlasan yaparsın ama saçma. erkek dediğin mantığıyla hareket eden ve zor bir durumda daha mantıklı düşünen bir varlıktır. kadın ise duygularıyla hareket eden sevdiklerini düşünen bir varlıktır. kadın evini yönetmelidir çünkü evde sevgi çerçevesinden oluşan bir topluluk vardır ve sevginin etrafında toplanan insanlar o sevgiyi daima koruyacak duygularını yitirmeyen birine ihtiyaç duyarlar. işte bu da kadındır çünkü sevdiği insanları zor durumda yapıcak birşey yapmaktan kaçınır. erkek ise mesela o şekilde oluşan büyük bir toplumu yönetmelidir çünkü o yönetimde mantıklı hareket edilmelidir. topluluğun çıkarları göz edilmeli ve çoğunluğun çıkarının sağlandığı bir ortamda azınlığın çıkarına ters düşen şeyler önemsenmemelidir ve bu zor bir karardır çünkü o azınlık kendin bile olabilirsin ama daha iyi bir topluluk için o şekilde yönetmek ve yönetilmek gerekmektedir. evde kadın toplulukta erkek yönetir o zaman. şimdi diceksin tarihte toplumu yöneten başarılı kadınlarda var. şunu unutma dostum tarihte kimse bir topluluğu tek başına yönetmemiştir. en büyük imparator dediğin şahsiyetlerin bile yanlarında onlarca danışmanları vardı. ve o kadınların çevresinde yüzlerce akıl veren erkek vardı sayın arkadaşım. bu söylediklerim sadece bir örnek demek istediğim doğada herşey bir düzen içinde eksik gibi gözüken şeyi bir başkası tamamlıyor. kadın ve erkekte öyle nitekim kadın evde, erkek dışarıda yönetiyor dedik. ama eşit olamazlar mı olurlar ama sen benden daha iyi biliyosun doğayı bozduğun zaman başına neler neler geldiğini? bu zamanın en büyük problemlerinden biri küresel ısınma değil mi? e bu küresel ısınmayı kim nasıl yaptı? sen zeki birisin arkadaşım düşün, düşün herşeyi kavrarsın. asıl problemde bu değil mi zaten; düşünmemek. şimdiye kadar hep sen yorulma biz düşünürüz dediler, sen yat biz hallederiz dediler. ama hallederiz diyenler, raad ol diyenler söyledi bize en büyük yalanları. düşün dostum ama güzel düşün, okumadan, dinlemeden düşünme. hele hele milletin söylediklerini kendine doğru edinme. başkasının düşüncesi senin düşüncen olmasın. çok oku, çok dinle ve hep ben bilmem de. ne geldiyse başımıza ben bilirimden gelmedi. hep herşeyi biliyoruz sandık dinlemedik araya girdik ben biliyorum dedik. madem o kadar biliyoruz neden bu haldeyiz o zaman? o kadar çok bilen bi toplum bu halde olur mu? yok dostum yok dinlemeyi bilemedik biz. sen dinle dostum kesin yanlış olduğunu bilsende dinle en azından saygı göstermiş olursun, bırak yanlış söylesin cümleleri bitince doğrusunu söyle ama benim dediğim doğru deme ben böyle biliyorum de ve onun dedikleriyle karşılaştırmasını sağla. ilk başta kabul etmese bile farkına varıcaktır.
Aklımdan en çok geçen kelime "yalan" biliyomusun şu zamanlar. hayatın kendisi büyük bir yalanken biz küçücük insanlar ne yapabiliriz ki. pişmanım be hemde çok yalanı yalanla doğru yaparım dedim ne de salakmışım. ne kadar düşüncesizmişim ki farkına varamamışım bir yalanda yaşıyorum ve onca yalan varken birde benimkine gerek yokmuş. yalan öyle birşey ki birşeyler düzelsin diye ortaya atıyosun sonra büyüyo hi. istemiyosun ama çok büyüyo ve sonraları geride alamadığını farkediyosun işte o zaman vah başım keşke diyosun. ama ne pişmanlığın ne keşkenin ne de avuntuların bir anlamı kalıyor. çıkmayan kara bir leke. sen, sen ol dostum bozulan birşeyi yalanla düzeltme. eğer bozuluyosa yalandır zaten sen bide gidip yalanla düzelttirsen yani düzelttiğini sanırsan sonucu senin için çok daha kötü olucaktır. çayının son yudumunu alırken şunuda söyliyim arkadaşım, hayatta her zaman kazanamazsın, bu dünyada kaybetmekte var ve bunu kabullenmelisin. inan bana böylesi daha iyi. yine başını ağrıttım gece gece kusura bakma ama çay değil seninle bu konuşmalarım alıyor benim hararetimi. birdaha, birçok kez daha beklerim dostum kendine iyi bak. gerçekten çok iyi bak.
4 Temmuz 2013 Perşembe
uyku tutmadı çayı
Simdi tum yazdiklarimi bidaha okudum. Yasadigim tum seyler aklimdan gecti bian. Bi insan geleceginin ne olacagini kesinlikle bilemiyor. Gelecek belirsiz, gecmis geride kalmissa geriye bugun kaliyor, bugunu kurtarmaliyim diyor insan ama bugun dedigimiz sey gecmisten gelen gelecegin habercisi degil mi? Biraz geride kalmis olandan birazda belirsizlikten olusuyor bugun. E bi insan geride kalani yonlendirebilir mi? Hayir. Belirsizligi yonetebilir mi? Hayir. O zaman bugunde insanin elinde degil? O zaman tum hayaller bos mu diye dusunuyor insan yani elinde olmayan bi zaman icinde kendi isteklerine gore hayal kuruyosun dusunsene ne kadar gerceklesebilir ki? Dusunmek dedigimiz sey o kadar yorucu ve aci verici ki. Ne olurdu az dusunseydik? Hersey daha basit olsaydi yazarin anlatmak istedigi degil anlattigi sey olsaydi ne olurdu? Ne bu insandaki komplex istegi, hersey basit bi sekilde ortada olsaydi, kimse saman altindan su yurutmeseydi, bunu demek istedi diye bi kelime sozlugumuzde var olmasaydi. Neden keske diyerek bir yere varilmiyor peki? Evet yasadim ve pismanim bu sefer guzel yasiyacam biliyorum ama neden yasayamiyorum? Ben yasadim bu yasamasin olmasin, sacma sapan herseyi gelecege birakmaktan vazgecelim artik, sadece hatalarimizi duzeltme firSati verilsin ama ayni sartlar altinda. İnsan neden sanatci olur simdi anladim, daha dogrusu nasil sanatci oldugunu. Hayalleri olan bir genc dusunun, insanlari mutlu etmeyi gaye edinmis bir genc, uzulen biri gordugunde yanina gidip onun icin konusan, gulen bi genc, herturlu rezillige aldiris etmeyen, sirf uzulen kimse kalmasin herkes mutlu olsun diye. Ne kadar da kutsal bir gaye. Ne kadar da temiz kalpli degil mi? Hatta saf hatta ve hatta salak bile diyebiliriz biz o kadar buyuk dusunmeyi imkansiz goruruz cunku. İste bu genc birilerinin gucune gider. Bu dunyada cikar iliskisi kuran ve cikarina uymayanin mutsuz olmasini isteyen birileri. O birilerinin bu gencin dilini kestigini dusunun konusamaz acisindan gulemez. Iste boyle ortamlarda dogar sanatcilar, bu sefer derdini baska bir sekilde anlatmaya yonelir. Ne zamandir biseyler karalayip yazmak istiyodum peki neden simdi? Insan teselli ariyor satirlarinda. Kafasindakileri yazsa kafasi bosalicak ve komplex dusunmicek artik, basit olcak hersey. Ama basit olsa ne fayda sunu unutmayin a dostlar mutlu bi insandan topluma fayda gelmez o adamdan buyuk adamda olmaz. Inanmiyosan bak gecmise kardesim, hangi unlu sair sevdigiyle birlikte mutlu mesut öldü, hangi bilim adami zengindi, hangisi rahat bi hayat surdu. Bunlar neden sana faydali oldu biliyomusun? Cunku mutsuzdular ve mutsuz bi insan tum mutsuz insanlari anlar ve dusunur. Mutsuz bir adam comerttir cebi ve kalbiyle. Iste onlar dusundulerki ben mutsuzum onlar mutlu olsun. Grahambell telefonu sen sevgilinle rahat konus diye buldugunu biliyor muydun? Hani ilk telefon gorusmesindeki ilk kelimesi olan alo. Evet sevgilisinin isminin kisaltmalariydi onlar ama sevgilisinin öldüğünü biliyor muydun? Hemde sesini son bi kez bile duyAmadan uzaklarda ve sessizce. Ama mutlu insanlar oyle yazmadilar bunu tarihe telefonu acan ilk sevgilisiydi dediler buyuk adam mutluydu buyuk olcaksan mutlu olcaksin dedilee sonrA mutlu olabilmek icin zengin olunmasi gerektigi ogretildi ve yasasin kapitalizm. Insan yazarken basladigiyla sonu ve ortasi hic bir olmuyo be. Konu konuyu acti derler ya kapinin onunde saatlerce konusan teyzeler, iste yaZarkende oyle oluyor bi muhatabin yokmus gibi duruyo ama milyonlara konustugunu biliyor insan yazarken en azindan oyle hissediyor uc bes kisi bile okusa. Haydi bana eyvallah simdilik sizlere tavsiyem ne olursa olsun hayirlisi deyiverin canlarim.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)